Tepelerin üzerinde güneş yakıyor insanı; güneş ışığının çıplak volkanik kayalara çarpıp nasıl yansıdığını unutmuştum. Burada sıcaklık, insanın tabanından —topraktan, bir damlacık yeşili kalmamış, kuru bir dala dönmüş olan kütükler arasındaki arklardan yükseldiği kadar gökten gelmiyor. Seviyorum bu sıcaklığı, bir kokusu var, ve ben bu kokunun bir parçasıyım —nice üzüm hasadı vardır onun içinde, nice saman hasadı, nice soyulmuş yaprak yığını, nice tatlar, hâlâ içimde taşıdığımı bilmediğim nice arzular. İşte bunun için Albergo dell’Angelo’dan çıkıp toprağa bakmaktan hoşlanıyorum; nerdeyse hayatımı böyle yaşamamış olmayı, onu değiştirebilmeyi, beni yoldan geçerken görüp de üzüm ya da başka şeyler almak için gelip gelmediğimi soran insanların dedikodularında bazı gerçekler olduğunu söyleyebilmeyi istiyorum.
Burada, köyde hiç kimse anımsamıyor beni artık, bir zamanlar bir ırgat ve bir piç olduğumu yüzüme vurmuyor. Cenova’da param olduğunu biliyorlar. Belki de bir zamanlar, Canelli’deki küçük tepeleri, aşağıda, koskoca dünyada para kazanan rahat rahat yaşayan, denizler aşırı giden insanları nasıl düşünüyorsam, beni de öyle düşünen bir çocuk, bir zamanlar benim olduğum gibi bir ırgat, çekilmiş perdelerin gerisinde ömür çürüten bir kadın vardır.
Çiftliklere gelince, birçok kimse daha şimdiden yarı şaka, yarı ciddi satmayı önerdiler bana, öyle dikiliyor ve dinliyorum onları ellerim arkada —bu gibi şeylerle ilgim olmadığını bilmiyor hepsi— son dört yılın büyük hasatlarını anlatıyorlar bana, ama şimdi biraz tarla açmaları ya da bir duvar örmeleri ya da kütük dikmeleri gerekiyormuş da yapamıyorlarmış.
“Nerede bu ürünler?” diye soruyorum onlara. “Nerede kazandığınız paralar? Niçin toprağa yatırmadınız onları?”
“Hepsi gübreye gitti…”
Sözlerini kesiyorum —toptan gübre satıyorum ben. Fakat onlarla konuşmaktan hoşlanıyorum. Onlarla tarlalara girsek, bir harman yerine yürüsek birlikte, ya da bir ahıra baksak, bir bardak şarap içsek daha da hoşuma gidiyor konuşmalar.
Gaminella’daki çiftliği görmeye gittiğim gün yaşlı Valino’ya rastlamıştım. Nuto meydanda durdurmuştu onu, beni tanıyıp tanımadığını sormuştum. Esmerdi, zayıftı, gözlerini kısmış, bir köstebek gibi bakıyordu bana. Nuto gülerek, burada onun ekmeğini yemiş, şarabını içmiş biri olduğunu söyleyince yüzü bulandı ve kendini fazla yormaksızın öylece dikildi kaldı. Sonra fındık ağaçlarını kendisinin mi kestiğini, ahırın üzerinde hâlâ o asma üzümlerinden olup olmadığım sordum. Kim olduğumu, nereden geldiğimi söyledik ona, ama Valino o karanlık bakışı silmedi yüzünden, yalnızca toprağın eteklerde verimsiz olduğunu, yağmurun her yıl bir parçasını daha alıp götürdüğünü söyledi. Bizden ayrılmadan önce bana baktı, Nuto’ya baktı ve “Ara sıra uğra. Şu benim sızan tekneye bir bakmam istiyorum” dedi.
Sonra Nuto şöyle dedi bana: “Gaminella’da her gün yemek yiyemiyordun.” Artık şaka yapmıyordu. “Fakat ürünü bölüşmek zorunda da değildin. Şimdi villadaki Signora çiftliği satın almış, teraziyi kapıp geliyor ürünleri bölüşmek için, iki büyük çiftliği, ayrıca bir iş yeri olan bir kadın. Bir de tutup ‘köylüler soyuyor bizi, bizim aleyhimize çalışıyorlar demezler mi…”
O yoldan yalnız dönerken, bütün o çalışıp çabaladığı ve kirasının yarışım eşyayla, malla ödediği yıllar boyunca —altmış yıl, değil mi? Belki o kadar değil— Valino’nun nasıl bir yaşam sürdüğünü düşündüm. Kaç evi, kaç toprak parçasını terketmişti, oralarda yatıp kalktıktan, yiyip içtikten sonra; sıcakta, soğukta çapa salladıktan sonra, üç beş parça eşyasını kendisinin bile olmayan bir at arabasında bir daha hiç ayak basmayacağı yollarda taşıyarak. Dul olduğunu biliyordum, çünkü karısı bundan önceki çiftlikte ölmüştü, büyük oğulları ise savaşta ölmüşlerdi —genç bir oğuldan ve evdeki kadın akrabalardan başka kimsesi kalmamıştı. Daha niçin duruyordu burada?
Belbo vadisinden dışarı adım atmamıştı. Bir an öylece durakaldım patikada, yirmi yıl önce kaçmamış olsaydım benim kaderimin de böyle olacağını düşündüm. Ben dünyayı dolaşıp durmuş, o ise, bir gün olsun, “Şu toprak benim. Şu peykede yaşlanacağım. Şu odada öleceğim” diyemeden şu tepelerde dolaşıp durmuştu.
Harman yerinin önündeki incir ağacına geldiğimde, yeşillik iki sırtın arasındaki patikayı yeniden gördüm. Şimdi basamak yapmak için taşlar sıralamışlardı. Çayırlıktan yola kadar olan meyil tıpkı eskisi gibiydi, çalı yığınının altında kurumuş otlar, kırık bir sepet, çürümeye terkedilmiş birkaç elma. Yukardan, tasmasının bağlandığı tel boyunca bir ileri bir geri sıçrayan çiftlik köpeğini işittim.
Başım basamakların tepesinden görülünce kopek delirdi. Sıçrıyor, uluyordu, nerdeyse boğacaktı kendi kendini. Patikayı yukarı doğru izledim ve sundurmayı, incir ağacının gövdesini ve kapıya destek olsun diye konmuş tırmığı gördüm — kapı mandalında aynı düğümlü ip asılı duruyordu. Asma üzümlerinin kafesleri üzerinde aynı bakır sülfat boyası. Evin köşesinde aynı biberiye çalılığı vardı. Ve koku, evin kokusu, su yolunun, çürümüş elmaların kokusu, kuru ot ve biberiye kokusu.
Yerde bir tekerlek yatıyordu, üzerinde bir gömlek ve kopmuş askıların tuttuğu yırtık pırtık bir pantalon bir çocuk oturuyordu; bir bacağım uzatmış, öbüründen doğal olmayan bir biçimde ayrı tutuyordu. Bir oyun mu oynuyordu? Benim orada güneş altında dikilip duruşuma bakıyordu; elinde kurumuş bir tavşan derisi vardı, zaman kazanmak için incecik göz kapaklarını kapadı.
Ben öylece duruyor, o ise boyuna gözlerini kırpıyordu; köpek havlıyor, teli koparmaya çalışıyordu. Ayakları çıplaktı çocuğun, bir gözünün altında bir yara kabuğu vardı, omuz kemikleri çıkmıştı, bacağı hareketsizdi.
Birden dizlerimin ne kadar sık yarıldığını, yaralandığını, dudaklarımın çatladığını anımsadım. Yalnız kışın tahta kunduralar giydiğimi anımsadım. Virgilia Ana’nın, içlerini boşalttıktan sonra tavşan derilerini nasıl soyduğunu anımsadım. Elimi kaldırdım ve işaretle çağırdım çocuğu.
Eşikte bir kadın belirdi, siyah eteklikli iki kadın; biri yaşlılıktan çökmüş, iki büklüm, biri daha genç ve bir deri bir kemik; ikisi de bana bakıyordu. Valino’yu aradığımı söyledim bağırarak. Orada değilmiş, dere kenarına inmiş.
O kadar yaşlı olmayanı köpeğe bağırdı ve teli tutup çekti köpek boğulana kadar. Oğlan tekerlekten kalktı, zorla kalktı, bacağını bir yana upuzun uzatarak, ayakları üzerinde dinelince köpeğe doğru yürüdü ayağım sürüyerek. Topaldı, kemik hastalığı geçirmişti küçükken, sakat dizinin kolundan daha kalın olmadığını gördüm, ayağını sanki bir ağırlıkmış gibi arkasından sürüyordu. On yaşında olmalıydı, onu o harman yerinde görünce kendimi görmüş gibi oldum. O anda, sundurmanın altına, incir ağacının arkasına ve ufak darı tarlasına kaydı gözlerim, Angiolina’yı ve Giulia’yı görecekmişim gibi. Kim bilir neredeydiler. Herhangi bir yerde hâlâ yaşıyor idiyseler, şuradaki kadının yaşında olmalıydılar.
Köpek sakinleşince konuşmadılar, öylece bana bakarak dikildiler oldukları yerde.
Cesare Pavese,
Ay ve Şenlik Ateşleri